Emekli diplomat Engin Solakoğlu bugün soL’daki köşesinde Rusya’nın Türkiye’de vakıfları ve düşünce kuruluşları olmadığı halde en muhafazakâr kesimlere dahi nasıl bu kadar “başarılı” biçimde ulaşabildiğini sordu.
“Putinizm” başlığını taşıyan yazısında, “Bütün göstergeler Putin’in kaybeden olmadığını ve beklenmedik bir gelişme yaşanmadığı sürece iktidarını koruyacağını ortaya koyuyor” diyen Solakoğlu, “Putin’in 25 yıllık politik macerasının dünyada ve Türkiye’de önemli izler bıraktığı açık. Bu izlerden belki de en önemlisi Türkiye’de siyasi yelpazenin en sağından en soluna geniş bir hayran kitlesi edinmiş olması” ifadelerini kullandı.
İşte Engin Solakoğlu’nun o yazısı:
Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in hafta içinde Amerikalı televizyoncu Tucker Carlson’a verdiği demeç dış politikayı takip iddiasındaki bütün mecralarda tartışıldı. Türkiye’de bu konuda benim okuyabildiğim en kapsamlı ve isabetli değerlendirmeyi ise Yiğit Günay yaptı. Bu sabah birkaç kez okudum. Sizin de okumanızı öneririm. Şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Putin’in ipe sapa gelmez tarih tezlerini, artık alışkanlık hale getirdiği SSCB’ye yönelik eleştirilerini bir yana bırakıp, biraz Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın son durumuna bakalım. Savaşın başlamasından bu yana iki yıl geçti. Tarafların silahlı kuvvetleri az çok belirli bir cephe çizgisinde didişiyorlar. Bir yandan da birbirlerinin kontrolü altındaki kentlere hava saldırıları düzenliyorlar.
Putin söyledikleri içerisinde belki de en doğru hususlardan biri ABD, İngiltere ve genel olarak NATO ülkelerinin desteklediği Ukrayna’nın Rusya’yı yenilgiye uğratamadığı. Birliklerin çarpıştığı arazi resmen Ukrayna toprakları olduğuna göre, yerinde bir tespit. Aksini bekleyenler vardı belki de ama iki ülke karşılaştırıldığında bu doğal bir sonuç gibi görünüyor.
Ukrayna’nın Rusya’yı yenemediğine kuşku yok ama Rusya’nın Ukrayna’yı yenilgiye uğrattığını söyleyebilmek de pek mümkün değil. Üstün bir hava kuvveti, süpersonik, hipersonik füzeler, kağıt üzerinde denize tümüyle hakim bir donanma yetmiyor demek ki. Putin de savaştaki tüm hedeflere ulaşılamadığını söylüyor zaten. O hedef neydi anımsayalım: “Ukrayna’yı Neonazilerden temizlemek”. Sanırım bunun için savaş iki ülke arasındaki sınırların yanı sıra doğrudan Kiev’i ve Zelensky rejimini hızla düşürmeye yönelik bir operasyonla başlamıştı.
Arazideki durumun gösterdikleri bir yana, konjonktür artık eni konu Putin’den yana dönmüş gibi. AB’nin açıkladığı Ukrayna’ya yardım paketi nihai sonucu değiştirecek bir nitelikten ziyade nafile bir dayanışma gösterisi hükmünde. Avrupa’da şu sıralar çok sözü edilen çiftçi eylemlerinin “Doğu” yüzünde Macar ve Polonyalı çiftçilerin Ukrayna tarımsal ürünlerine sağlanan kolaylıklardan duyduğu rahatsızlık var. Ne zaman biteceği meçhul, Berlin’deki üniformalı Yeşiller’in arzu etmeyeceği gibi biteceği ise neredeyse kesin bir savaş için kimse daha fazla külfete katlanmak istemiyor.
Amerika Birleşik Devletleri yılın sonunda zor bir seçime hazırlanıyor. Zor çünkü bu kez gerçekten aşağıdaki sakal ve yukarıdaki bıyık arapsaçına dönmüş durumda. Benim gibi, ABD’nin yapısı gereği adayların birbirinden beter olmasını yadırgamayanlar için bile alışılmadık pespayelikte iki aday yarışacak Kasım ayında. Bir bunak ve bir manyak diye nitelemenin dahi yetersiz kalabileceği bir noktadayız. Yolda beklenmedik bir şeyler olmazsa ikincisinin yani Trump’ın kazanma olasılığının çok daha yüksek olduğu bir gerçek. Ele aldığımız konu bakımından önemli olan Cumhuriyetçi bir iktidarın Ukrayna konusunda Demokratlar kadar ısrarlı olup olmayacağı elbette. Şu ana kadarki işaretler Trump ve partisinin -ki bana kalırsa Cumhuriyetçi Parti’ye artık Trump partisi diyebileceğimiz noktaya çok yaklaştık- emperyalizmin sancak gemisinin burnunu Doğu Avrupa’dan Pasifik bölgesine doğru çevireceği yönünde.
Zelensky ve savaşın iki tetikleyicisinden biri olan İngiltere açısından bir başka olumsuz unsur ise seçimin sonuçlarından bağımsız olarak ağırlığını Orta Doğu’daki sömürgeci uzantısı İsrail’den yana koyan ABD savaş sanayiinin Ukrayna’ya hesapsız ölçülerde cephane ve silah göndermekte isteksiz davranmaya başlaması. Gazze’de daha katledilecek çok Filistinli çocuk var…
Küresel ölçekte Ukrayna bakımından bir başka olumsuzluk da İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırıma destek olmaya devam eden Batı İttifakı’nın içeride ve dışarıda uğradığı itibar kaybı. Bugüne kadar Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü savaş konusunda çok eleştirel duruş sergileyen birçok kalem Putin’e atfedilen suçların binlerce kat fazlasını işlemesine karşın neden Netanyahu’ya farklı muamele sergilediğini açıkça sorguluyorlar. Bu da Batı’nın ahlaki üstünlük palavrasını boşa çıkardığı gibi ve Rusya’ya karşı Ukrayna’nın yanında yer almanın “meşruiyet” temelini de zayıflatıyor.
Bütün bu göstergeler Putin’in kaybeden olmadığını ve beklenmedik bir gelişme yaşanmadığı sürece iktidarını koruyacağını ortaya koyuyor.
Putin’in 25 yıllık politik macerasının dünyada ve Türkiye’de önemli izler bıraktığı açık. Bu izlerden belki de en önemlisi Türkiye’de siyasi yelpazenin en sağından en soluna geniş bir hayran kitlesi edinmiş olması. En solda, belki de Lenin’in tarif ettiği çocukluk hastalığının doğal sonucu olarak Putin’i Bolşevik sananlara söylenecek pek bir şey yok. Antiemperyalizmin sınıf mücadelesinden azade olamayacağı konusunu Yiğit Günay ayrıntılı biçimde anlatmış zaten yukarıdaki yazısında. Bu bağlamda yazıyı dikkatle okuması gereken bir başka kesim de ABD karşıtlığı yapacağız diye Putin’in, hatta zaman zaman hızını alamayarak İran’daki Molla rejiminin dahi arkasına hizalanan “ulusalcılar”.
Asıl şaşırtıcı olan sayısal olarak pek bir anlam ifade etmeyen liberaller dışındaki klasik sağcıların Putin hayranlığı. Güçlü lider, aklına koyduğunu yapıyor, ABD’ye kök söktürüyor söylemleri gırla gidiyor Akepe iktidarını da kapsayan bu milliyetçi muhafazakâr kesimde. Öyle ki Suriye bağlamında ABD’nin etkin katkısıyla yaşamını yitiren TSK mensuplarının arkasından feryat eder, Washington’a haklı olarak lanet yağdırırlarken, Putin Yönetiminin de Suriye’de 34 TSK mensubunu doğrudan bir askeri saldırı sonucu öldürdüğünü, yine aynı Rusya’nın Suriye’de yer yer YPG ile ortak devriye attığını, PKK’nın Moskova’da bir temsilciliği bulunduğunu göz ardı edebiliyorlar. Aynı kesimin nicelik bakımından Türkiye’nin hava savunmasına hiçbir anlamlı katkı sağlaması mümkün olmayan S-400 füzelerinin alınmasına imza attığını ve bu alımı hâlâ “bağımsızlık” veya “güçlü Türkiye” söylemleriyle savunmaya çalıştığını da not edelim.
Rusya’nın tarihsel olarak Türk sağının “öcü”sü , “Allahsız Moskof”u olmaktan çıkıp bu noktaya gelmesi en hafif deyimle ilgi çekici. Rusya’nın Türkiye’de vakıfları, düşünce kuruluşları filan olmadığı halde Türkiye toplumunun en muhafazakâr kesimlerine bile nasıl bu kadar başarılı biçimde ulaşabildiği ve anlatısını benimsetebildiği sorularını derinliğine inceleyen araştırmacılar olacaktır mutlaka önümüzdeki yıllarda.